Düşünmek mi, taklit etmek mi?
Sevgili okuyucularım çok uzun bir aradan sonra sizlerle olabilmek ve yine uzun zamandır ele almak istediğim konuyu sizlerle paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyorum
Bu hafta başlayacak ve üç haftalık yazı dizisiyle sunacağım konunun temeli bir soruya dayanıyor. Belki de hepimizi kullanıcılar olarak ikiye bölen bir konuya değinmek istedim. Yapay zeka düşünebilir mi, düşünemez mi?
Yapay zekâ sistemleri artık şiir yazıyor, teşhis koyuyor, hatta duygulara benzer tepkiler veriyor. Peki tüm bunlar “düşünmek” anlamına mı geliyor, yoksa yalnızca karmaşık bir taklit mi?
“Bir makine düşünebilir mi?” Bu soru, 1950’de Alan Turing tarafından sorulduğunda, çoğu insan için sadece bilim kurgu romanlarının konusu gibiydi. Ancak 21. yüzyılda artık her cebimizde bir tür zeka taşıyoruz. Telefonlarımız, uygulamalarımız, hatta alışveriş siteleri bile davranışlarımızı tahmin ediyor, ses tonumuzu algılıyor, duygularımızı analiz ediyor. Peki biz, bu makinelerle birlikte yaşamaya alışırken, onların gerçekten “düşündüğüne” inanıyor muyuz?
İnsanın düşünme biçimi, yalnızca bilgi işlemekten ibaret değildir. Biz duygularımızı, sezgilerimizi, geçmiş deneyimlerimizi ve değer yargılarımızı harmanlayarak düşünürüz. Yapay zekâ ise veri üzerinden olasılık hesaplar. Bir metin oluşturduğunda bile, o metnin “anlamını” kavramaz. Anlam, yalnızca insan zihninin ürünü olan bilinçle doğar. Dolayısıyla yapay zekâ, düşünen bir varlık değil, düşüneni taklit eden bir sistemdir.
Ancak bu taklitin gücü, bazen düşünmenin kendisini gölgede bırakacak kadar etkileyici olabilir. ChatGPT gibi modeller milyonlarca veri üzerinden istatistiksel bağlar kurar, sözcükler arasındaki ilişkiyi hesaplar ve sonunda “insani” bir yanıt verir. Ama o yanıtın ardında niyet, bilinç ya da sezgi yoktur. Bu durum, bizi felsefenin kadim sorularına geri götürür: Düşünmek için hissetmek gerekir mi? Bilinçsiz bir zeka, gerçekten “zekâ” sayılır mı?
Turing, bu sorulara “davranış” üzerinden yanıt aramıştı. Ona göre, bir makine insanı kandırabiliyorsa, yani insan onunla konuşurken bir makineyle mi yoksa insanla mı iletişim kurduğunu ayırt edemiyorsa, o zaman o makine “düşünebilir” sayılmalıydı. Bugün geldiğimiz noktada, bu sınavı geçen birçok sistem var. Ancak bu başarı, düşünmenin varlığını değil, taklidin mükemmelliğini gösteriyor.
Felsefeci John Searle’ün meşhur “Çin Odası Deneyi” tam da bu noktada devreye girer. Searle, bir odada oturan kişinin Çince bilmeden, sadece kurallara bakarak Çince sembollerle doğru yanıtlar verebileceğini söyler. Dışarıdan bakıldığında kişi Çince biliyor gibi görünür, ama aslında dili anlamamaktadır. Yapay zekânın yaptığı şey de budur: kurallara dayalı olarak “anlamsız anlamlar” üretmek.
Yine de bu tablo, insanın yarattığı sistemlerin ulaştığı zekâ düzeyini küçümsemek anlamına gelmez. Yapay zekâ, insanın bilişsel sınırlarını aşmasına, hatalarını azaltmasına ve hızını artırmasına yardımcı olur. Fakat düşünmek yalnızca doğrulukla değil, aynı zamanda “anlamla” ilgilidir. Bu yüzden bir makine ne kadar verimli olursa olsun, bir anlam üretemediği sürece düşünmüş sayılmaz.
Sonuçta yapay zekâ bir ayna gibidir: bize kendi düşünme biçimimizi yansıtır. Onu izledikçe, aslında kendimizi daha iyi tanırız. Belki de soruyu ters çevirmek gerekir: Biz gerçekten hâlâ düşünüyor muyuz, yoksa makinelerin düşündüğünü zannetmekle mi yetiniyoruz?
Bir sonraki yazımızda, bilginin ışığında güzel günlerde görüşmek üzere…