SON DAKİKA

Kabadayı Stavris'in sıra dışı hikayeleri

Bizim, yirmi yılı aşkındır bir kitap kulübümüz var; Edeb-i Heyet. Her ayın son çarşambası toplanırız. Toplanma mekanımız genellikle Galata'dır.

Senede bir kez de Büyükada’da yaza çıkarken bir araya geliriz. Sadece ve sadece Türk yazarı okuyoruz. Bir ay yeni, bir ay eski bir yazar. Elimizden çok kitap, çok yazar geçti. Çok kitap, çok yazar kaldı masada… lime lime ettik dilimizle. Çok beğendiğimiz yazarlarınsa müdavimi olduk. Hakan Günday, Ayfer Tunç gibi. Bu aralar Panos Çelebi’nin kaleme aldığı “Kabadayı Stavris’in Hikayeleri”ni okuyoruz. Panos Çelebi 19. Yüzyıl İstanbul’unun önemli külhanbeylerinden biri olan Stavris’in başından geçenleri mizahi dille anlatıyor.

Bohem hayat

Stavris hayal ürünü bir kişi değil, yazarın iş arkadaşı ve yakın dostu. Annesi ölünce evi barkı terk edip hayat mektebiyle tanışıyor. Hayaller heykeltraş olmaktan geçse de gerçekler   bir mermere ustası olarak ilerliyor. Stavris eğlenceli tiplerle arkadaşlık yapan birisi. Vaktinin çoğunu tavernalarda, fuhuş mekanlarında geçiriyor. Zamanına göre bir nevi bohem bir hayat. Stavris çok da yakışıklı. Dobralığı ve yiğitliği sebebiyle herkesçe sevilen bir kabadayı. Aman kabadayı deyip geçmeyin. O vakitler kabadayılık milliyet ayrımı yapmaksızın insanları koruduğuna inanılan adeta bir adalet kurumu bir şey.

Tutukulu aşık

Kabadayı Stavris’in hayatı 1897 yılında kendisinden yaşça büyük bir Türk kadınına tutkuyla aşık olunca değişiyor. Hatta bu aşkın pençesinden kurtulmak ve sevdiği kadını kurtarmak için gönüllü olarak 97 Harbi’ne katılmak üzere Yunanistan’a gidiyor. Savaşın dehşeti ona çok şey öğretiyor. Bambaşka biri olarak İstanbul’a geri dönüyor.  

19. yüzyıl İstanbul’u

“Kabadayı Stavris’in Hikayeleri”nde halktan, sıradan insanların diğer kabadayıların hayatlarından kesitler barındırıyor. Yazar Panos Çelebi o dönemi kitabın önsüzünde “19. asrın bu Yeni Babil'i olan İstanbul halkını bütün milletler şekillendiriyordu. Eskiden nadiren de olsa yaşlı dilenci kadınlar da düşerdi buraya. Çoluğu çocuğu olmayan bu ihtiyarların çoğu ondan bundan kalma en sefil elbiselerin içindeydi: Pantolonlar sökük, ceketlerin her yanı yamamalı, gömleklerse –o da varsa elbet– yırtık pırtık olurdu. Ola ki paltolu birini görürsen de üstündeki çuval bezi gibi eriyip gidecekti. Kimisi yatacak, kimisi gibi kokar, kimisi de traşsız olacaktı. Ama bazen aralarına biraz daha insan gibi giyinebilmiş bir-iki kişi de düşmüştü. Lakin çocuklar, fiyatlar, küçük bedenlerini doğru dürüst saracak elbiselerden mahrum kalırlar, sadece üstlerine kıyafetleriyle tutturdukları paçavralar içinde yaprak gibi titrerlerdi. Ekten bu bedbahtların çoğu ya açlıkları sözde bastırılmış ya da günlerdir açık halde dolaşırdı” diye Stavris’in yaşadığı dönemden bahsediyor.

Kırık Hayatlar

Bu tarz kitapları okumak bana/bize her zaman çok büyük heyecan veriyor. Çünkü dönemine tanıklık ediyor. Bir nevi arkeolojik kazı yapmak gibi. Okudukça geçmiş daha yakına geliyor. İyi ki yaşamışsın Stavris… Anıların bile bize büyük mutluluk verdi. Madem bu hafta köşemizi kitaplara ayırdım, o zaman Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’nun gölgesinde kalmış olan “Kırık Hayatlar” kitabını da okumanızı tavsiye ederim. Roman boyunca idealist doktor Ömer Behiç’in insaniyet, erdem, namus ve aile gibi konularda içsel bir savaş yaşarken adliye koridorlarında, hastane köşelerindeki halkın sefalet içindeki kırık hayatlarını onarmaya çalışmasına tanıklı ediyorsunuz. Halit Ziya’nın olgunluk eseri “Kırık Hayatlar.” Edebiyatımızın en güzel eserlerinden. 

Yeni yıl için bir kitabın en güzel hediye olacağını hatırlatmak isterim.