Bilekteki kuvvet mi, yürekteki hikmet mi?
Hayat koşturmacasında hepimiz bir "güç" peşindeyiz, değil mi? Daha güçlü bir kariyer, daha güçlü bir ekonomi, daha güçlü bir duruş...
Dilimize pelesenk olmuş bu kelime, genellikle sahip olduklarımızla ölçülür: makam, para, fiziksel kuvvet, etki alanı... Güçlü insan denince aklımıza, masaya vurduğunda ses getiren, sözünü anında dinleten, bileği bükülmez figürler gelir. Peki, bu resmin tamamı mı?
Sanırım değil. Çünkü gücün bir de bilge ve derin bir ağabeyi var: Kudret.
İlk bakışta bu iki kelimeyi eş anlamlı sanabiliriz. Ne de olsa Türk Dil Kurumu bile ikisini birbirine yakın tanımlar. Ancak dilin ruhuna ve hayatın pratiğine indiğimizde aralarında dağlar kadar fark olduğunu görürüz. İşte bu farkı anladığımız an, hayata bakışımız da değişir.
Ana fikrimiz şu: Kudretli olan, tanımı gereği zaten güçlüdür. Ancak her güçlü olan, maalesef kudretli değildir.
Gelin bu cümleyi biraz açalım. Güç, genellikle dışsal bir etkidir. Bir ordunun topu tüfeği, bir yöneticinin koltuğu, bir zenginin cüzdanıdır. Elinizdeki araçlarla bir şeyi yaptırma, zorlama veya yönlendirme kapasitesidir. Güç, çoğu zaman gürültülüdür, kendini belli eder ve evet, oldukça çekicidir. Ama bir o kadar da kırılgandır. O koltuk elden gittiğinde, o cüzdan boşaldığında ya da o bilek büküldüğünde güç de buharlaşıp uçar. Korkuyla inşa edilmiş bir otorite, korkunun kaynağı yok olduğunda tuzla buz olur. Güç, rüzgârda savrulan bir kum tepesi gibidir; heybetli ama kalıcı değil.
Oysa kudret... Ah, kudret bambaşka bir diyarın çiçeğidir. Kudret, içten gelir. Bilgelikten, karakterden, iradeden ve meşruiyetten beslenir. Kudretli insan, bağırmadan dinleten, zorlamadan yaptıran, varlığıyla ilham verendir. Sahip olduğu gücü ne zaman, nerede ve nasıl kullanacağını bilen; hatta çoğu zaman o gücü kullanmaya ihtiyaç bile duymayan kişidir.
Tarihten bir örnek düşünelim. Zalim bir imparator, devasa ordularıyla, yani "gücüyle" topraklara hükmeder. Halk ondan korkar, emirlerine itaat eder. Ama bu, kudret değildir. Bu, zorbalıktır. Aynı dönemde yaşayan, elinde hiçbir maddi güç olmayan bir bilge veya bir düşünür ise tek bir sözüyle nesilleri, hatta o imparatorun bile düşünce dünyasını etkileyebilir. İşte bu, "kudret"tir. Birincisinin gücü bedenleri esir alırken, ikincisinin kudreti ruhları ve zihinleri fetheder.
Günümüzden bir örnek verelim: Sadece makamının gücüne sığınarak ekibine emirler yağdıran bir yönetici düşünün. O odadan çıktığı an arkasından konuşulur, ilk fırsatta dedikleri yapılmaz. Bu kişi güçlüdür ama kudretli değildir. Diğer yanda ise bilgisiyle, adaletiyle, samimiyetiyle ekibine ilham veren, herkesin fikrine değer veren bir lider hayal edin. O lider odada olmasa bile vizyonu devam eder, insanlar onun için gönülden çalışır. İşte bu lider, hem güçlü hem de kudretlidir. Çünkü onun asıl gücü koltuğundan değil, karakterinden gelir.
Velhasıl kelam, hayat yolculuğunda hangisinin peşinde olduğumuzu kendimize sormamız gerek. Sadece sahip olduklarımızla ölçülen, rüzgârla gelip fırtınayla gidebilecek geçici bir "güç" mü istiyoruz? Yoksa kim olduğumuzdan, bilgeliğimizden ve karakterimizden doğan, zamanın eskitemediği kalıcı bir "kudret" mi inşa etmek istiyoruz?
Unutmayalım ki güç, sahip olduklarınızla ilgilidir; kudret ise kim olduğunuzla. Ve en nihayetinde, insanı ve toplumları ileriye taşıyan şey, bilekteki kaba kuvvetten ziyade, yürekteki o derin ve bilge kudrettir.