Çoğalan bedenler, azalan insanlar
Hiç etrafınıza bakıp kalabalıklar içinde bir tuhaflık hissettiniz mi? Sanki herkes bir rolü oynuyor, ezberlenmiş replikleri tekrar ediyor ve bir sonraki sahneye geçmek için acele ediyor gibi… Gözler boş, gülüşler mekanik ve sohbetler, ruhun derinliklerine inmek yerine yüzeyde sörf yapıyor. Sanki bedenler artıyor ama içlerindeki "insan" azalıyor.
Çağımız, tüketim üzerine kurulu bir devinimle bizi avucunun içine almış durumda. Daha fazlasını iste, daha fazlasını al, daha fazlasını göster. Bu döngüde var olmanın yegâne kanıtı, sahip olduklarımız ve sergilediklerimiz haline geldi. İşte bu noktada, sadece dürüstçe işini yapıp evine huzurla dönmek, sevgi dolu bir yuva kurmak ve başını yastığa koyduğunda "bugün de iyi bir insandım" diyebilmek isteyenler için hayat zorlaşıyor.
Çünkü bu samimi arayış, etrafı yalanlarla örülü bir dünyada çoğu zaman kandırılmakla, hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Güvendiğiniz dostun aslında bir menfaat bekçisi, sevdiğiniz insanın ise sadece kendi egosunu besleyen bir oyuncu olduğunu fark ettiğinizde, dünya başınıza yıkılıyor. Kendinizi, her şeyin sahte olduğu dev bir film setinde gibi hissediyorsunuz.
Bu his size de tanıdık geldiyse, yalnız değilsiniz. Peter Weir'in unutulmaz filmi "The Truman Show" tam da bu hissin sinemadaki karşılığıdır. Truman, doğduğu andan itibaren hayatının 24 saat kesintisiz yayınlanan bir reality show olduğundan habersizdir. En yakın arkadaşı, eşi, komşuları… Hepsi birer oyuncudur. Truman’ın dünyası mükemmel görünür ama bir o kadar da sahtedir. Ta ki bir gün gökten bir stüdyo ışığı düşene kadar. O an, Truman’ın şüphesi ve gerçeği arayışı başlar.
Bugün birçoğumuz, kendi Truman Şovumuzun içinde yaşıyoruz. Bizi yöneten bir yapımcı yok belki ama toplumun dayattığı “başarı” senaryoları, sosyal medyanın yarattığı sahte “mutluluk” dekorları ve tüketim kültürünün belirlediği roller var. Bu şovun içinde, farkında olmadan bizler de birer oyuncuya dönüşebiliyoruz.
Peki, bu devasa sette hem zarar görmeden nasıl hayatta kalırız hem de onlara benzemeden, kendi yolumuzda nasıl devam ederiz?
1. Stüdyo ışığını fark etmek: İlk adım, Truman gibi, sistemdeki çatlakları fark etmektir. Herkesin alkışladığı bir hayatın aslında ne kadar boş olabileceğini, popüler olanın her zaman doğru olmadığını görmekle başlar her şey. Bu, paranoyak bir şüphecilik değil, bilgece bir ayırt etme yetisidir. Etrafınızdaki her şeyin gerçek olmayabileceğini kabul ettiğiniz an, korunmaya başlarsınız.
2. İçsel pusulanıza güvenmek: Dış dünya sahte sinyaller gönderiyorsa, yönümüzü bulmak için kendi içimize dönmeliyiz. Değerlerimiz, vicdanımız ve sezgilerimiz bizim pusulamızdır. Bir karar alırken "İnsanlar ne der?" diye sormak yerine, "Bu benim için doğru mu? Benim değerlerimle örtüşüyor mu?" sorusunu sormak, sizi senaryonun dışına çıkarır.
3. Kendi "gerçek" oyuncu kadronuzu kurmak: Truman’ın şovdan kaçma arzusunu tetikleyen en önemli şey, gerçek bir anı, gerçek bir sevgiydi. Hayatınızdaki insanları nicelikleriyle değil, nitelikleriyle ölçün. Size rol yapmayan, kusurlarınızla sizi seven, menfaatsiz bağlar kurabildiğiniz bir avuç insan, binlerce sahte arkadaştan daha değerlidir. Onlar, fırtınalı denizde sığınacağınız limanlarınızdır.
4. Rol yapmayı reddetmek: Bu, en cesur adımdır. Başkalarını etkilemek için yaşamak yerine, kendinize sadık kalmayı seçmektir. Bu, popüler olmamak, dışlanmak veya anlaşılmamak anlamına gelebilir. Ama kendi gerçeğinize ihanet ederek yaşamanın getireceği içsel boşluktan çok daha iyidir. Truman, sonunda teknenin burnunu ufuk zannettiği o boyalı duvara çarptığında, acı verse de gerçeğe ulaşmıştı.
Şov, biz istesek de istemesek de devam edecek. Işıklar, kameralar ve oyuncular her zaman orada olacak. Asıl soru şu: Başkasının yazdığı bir senaryoda alkış bekleyen bir oyuncu mu olacaksınız, yoksa ufuktaki o çıkış kapısını arayan cesur bir kahraman mı?
Seçim sizin.