SON DAKİKA

Selam sana ey özgürlük

Özgürleşmek... Ne kadar da sık kullandığımız, uğruna şarkılar, şiirler yazdığımız ama belki de anlamını en çok karıştırdığımız kavramlardan biri.

Çoğumuz onu, dış dünyadaki zincirleri kırmak, coğrafi sınırları aşmak ya da maddi engelleri ortadan kaldırmak olarak algılarız. Oysa özgürlüğün ilk tohumu, en korunaklı ve en çetin toprağa, yani zihnimize atılır. Gerçek özgürleşme, düşüncede başlar.

Yıllarca bize ait olmayan fikirleri kendi fikrimiz gibi savunduk. Toplumun "doğru" dediği yollarda, sırf alkışlanmak için yürüdük. Kendi sesimizi duyamayacak kadar çok başkasının gürültüsünü dinledik. İşte özgürlüğün ilk adımı, bu zihinsel gardırobu açıp, size ait olmayan ne kadar düşünce, korku ve beklenti varsa hepsini bir bir ayıklamaktır. "Bu gerçekten ben miyim?" sorusunu sorma cesaretidir o ilk adım.

Düşüncede başlayan bu devrim, er ya da geç eyleme dökülür. Çünkü zihninizde artık size hizmet etmeyen bir şeye yer kalmadığında, bedeniniz de o ortamlarda durmak istemez. İşte o zaman, terk ettiğiniz insan manzaraları acı bir netlikle belirginleşir.

Önce, o tanıdık gürültüden uzaklaşırsınız. Saatler süren ama sonunda geriye bir hiç bırakan o sohbetler... Herkesin konuştuğu ama kimsenin dinlemediği, herkesin kendi monoloğunu sergilemek için sıra beklediği o tiyatro sahneleri... Çözüm arama niyeti olmadan, sadece şikayet etmek için bir araya gelmiş, aynı kısır döngüleri tekrar tekrar anlatan insanlar... Başkalarının hayatlarını, acılarını, hatalarını bir eğlence malzemesi gibi ortaya seren o acımasız dedikodu seansları... Bu anlamsız gürültüden çekildiğinizde, bunun bir kibir değil, ruhsal bir meşru müdafaa olduğunu anlarsınız.

Ardından, o ilginç insan türünü daha net görürsünüz: Kendi yarattıkları çamurda debelendiklerinin farkında bile olmayanlar... Onlar için hayat, suçlanacak birileri ve şikayet edilecek konulardan ibarettir. Her iyi fikre "Burada olmaz," her umut ışığına "Sen hayal görüyorsun," diyen o kronik karamsarlar... Kendi hayatlarında hiçbir hareket yokken, sürekli bir kriz, bir kaos, bir dram arayan ve huzurlu anları sıkıcı bulan o drama bağımlıları... Onların enerjisi bulaşıcıdır. Sizi de kendi umutsuzluklarına ortak etmeye, kendi çamurlarına çekmeye çalışırlar. Özgürleşmek, onların karanlığının sizin ışığınızı söndürmesine izin vermemektir.

Ve en nihayetinde, en yorucularından, yani zihinsel soytarılardan uzaklaşırsınız. Fikri olmayanların en gürültücülerinden... Yeni öğrendikleri bir kavramı (kuantum, travma, farkındalık, paradigma...) her cümlenin arasına sıkıştırarak entelektüel görünen ama o kavramın ruhundan zerre kadar anlamayanlardan... Sizinle fikirlerinizi değil, sizi etiketleyerek tartışanlar: "Bu çok eski kafalı bir düşünce," ya da "Bunu söylüyorsun çünkü sen..." diyerek konuyu saptıranlar... Sırf farklı olmak için her şeye muhalefet eden, amacı gerçeği bulmak değil, sadece tartışmada "üstün" görünmek olan o spor amaçlı münazaracılar... Onların yanında sustuğunuzda, kelimelerinizi israf etmemenin ne büyük bir erdem olduğunu anlarsınız.

Peki, tüm bu gürültüden, çamurdan ve sahte bilgelikten arındığınızda ne olur? Birden bir sessizlik olur. Ama bu, boşluğun değil, berraklığın sessizliğidir. Artık ne yapmanız gerektiğini size söyleyen dış sesler yoktur. Sadece ne istediğinizi fısıldayan kendi iç sesiniz vardır. Enerjiniz size kalır. Zamanınız size aittir.

İşte o an, kendinize kalan o sakin ve berrak alanda durup derin bir nefes aldığınızda soruyorsunuz: "Selam sana ey özgürlük" mü demeliyiz?

Hiç şüphesiz. Hem de en içten gülümsememizle. Çünkü gerçek özgürlük; istemediğin yerde olmama, duymak istemediğini duymama ve inanmadığını savunmama lüksüdür. Ve bu lüks, parayla değil, cesaretle kazanılır.