Sürdürülebilirlikte gerçeklik zeminine dönmeliyiz!
Sürdürülebilirlik son yıllarda hem bireysel gündemimize hem de küresel politikalara yerleşen bir kavram haline geldi.
Ancak sürdürülebilirliğin yalnızca kişisel tercihlere, alışverişte kumaş torba kullanmaya ya da organik ürün tüketmeye indirgenmesi, bu kavramın içini boşaltmak anlamına geliyor. Gerçek bir sürdürülebilirlik ancak üretimin ve tüketimin küresel ölçekte bilinçli bir şekilde kısıtlandığı, devletlerin çevre politikalarında tutarlı ölçütler benimsediği ve şirketlerin toplumsal sorumluluklarını iş yapma biçimlerine entegre ettiği büyük bir dönüşümle mümkün olabilir.
Bugün çoğu insan geri dönüşüm kutularına plastik şişelerini atarken çevreye katkıda bulunduğunu düşünüyor. Oysa gerçek şu ki, bir plastik şişe yalnızca ortalama bir ya da iki kez geri dönüştürülebilir. Daha sonra plastik yapısı bozulur, kalitesi düşer ve sonunda çöpe ya da yakma tesislerine gider. Geri dönüşüm, başlı başına bir çözüm değil; yalnızca geçici bir yavaşlatma biçimi. Asıl mesele, en başta bu kadar çok plastik üretmemek olmalı. Tüketimi sınırlamak, dayanıklı ve uzun ömürlü ürünlere yönelmek, sistemin sürdürülemezliğini sorgulamak zorundayız.
Küresel düzeyde, Paris İklim Anlaşması ya da Avrupa Birliği'nin Yeşil Mutabakatı gibi metinlerle ülkeler karbon salımını azaltma taahhüdünde bulunuyor. Fakat bu tür uluslararası anlaşmaların kağıt üzerinde kalmaması için somut uygulamalarla desteklenmesi şart. Karbon vergileri, doğa temelli çözümler, yenilenebilir enerjiye geçiş gibi stratejiler, yalnızca çevre için değil, insanlık onuru için de bir zorunluluk haline geldi. Fakat bu politikalar da yalnızca hükümetlerin masa başında aldığı kararlarla başarıya ulaşamaz; yerel düzeyde, şehirlerin atık yönetiminden toplu taşıma sistemine kadar birçok alanda çevreci politikaların uygulanması gerekir.
Bu noktada ise şirketlerin rolü kritik. Bir ürünün yalnızca üretim sürecinde değil, kullanım ömrü boyunca çevreye etkisi hesaba katılmalı. Örneğin bir beyaz eşya üreticisinin motorlarına 10-20 yıl garanti vermesi, sadece tüketici memnuniyeti açısından değil, çevresel sürdürülebilirlik açısından da önemli bir adımdır. Bu tür uygulamalar, tamir kültürünü destekler, ürünlerin ömrünü uzatır ve tüketiciyi her birkaç yılda bir yeni bir ürün almaya zorlayan sistemin dışına çıkarır. Avrupa'da giderek yaygınlaşan “tamir hakkı” politikaları, ürünlerin bilinçli olarak kısa ömürlü tasarlanmasına karşı verilen bir tepkidir ve bu anlayış, şirketlerin Ar-Ge süreçlerinden pazarlama stratejilerine kadar köklü bir değişimi gerekli kılar.
Yakın zamanda yaşadığım bir deneyimi paylaşmak gerekirse, “MacBook Air M1” model dizüstü bilgisayarımın ekranı kırıldığında, yetkili Apple servis sağlayıcısında ekran değişimi için talep edilen ücret, cihazın raf satış fiyatının yüzde 60’ına kadar yükseldi. Bu tür yüksek maliyetler, kullanıcıları onarımdan vazgeçirip, yeni bir ürün almaya yönlendirebiliyor. Oysa ekran tamiri gibi işlemlerin maliyeti, cihazın satış fiyatının yüzde 30’unu geçmeyecek şekilde sınırlandırılsa hem tamir kültürü desteklenir hem de israfın önüne geçilmiş olur.
Sürdürülebilirlik, birkaç kişinin iyi niyetiyle yürüyebilecek bir yol değil. Ne kadar çok kişi geri dönüşüm yapsa da ne kadar az kişi araba kullansa da üretim ve tedarik zincirlerinde büyük dönüşümler olmadan çevresel yıkım engellenemez. Günümüzde moda endüstrisi gibi bazı sektörler, yıl boyunca yüzlerce koleksiyon sunarak hızlı tüketimi körüklüyor. Bu sistem sürdürülebilir değildir. Aynı şekilde, teknoloji sektörünün her yıl yeni modeller çıkararak eski cihazları hızla değersizleştirmesi de kaynakların hoyratça kullanılmasına yol açıyor. Halbuki ürünlerin yaşam döngüsünü uzatacak biçimde tasarlanması hem çevresel hem de ekonomik olarak daha sağlıklı bir model sunar.
Yerel yönetimlerin tarımdan ulaşıma, konut planlamasından atık yönetimine kadar pek çok alanda sürdürülebilir politikalar benimsemesi şart. Geniş yollar ve devasa alışveriş merkezleri yerine yaya dostu kentler, toplu taşıma öncelikli ulaşım sistemleri ve yerel üretici destekli gıda politikaları, uzun vadeli çözümler sunabilir. Bu tür politikalar sadece çevreyi değil, aynı zamanda toplumsal eşitliği ve kamu sağlığını da doğrudan etkiler.
Sonuç olarak, sürdürülebilirlik bir tercih değil, bir zorunluluktur. Ve bu zorunluluk, ancak kolektif bir irade ile yerine getirilebilir. Bireylerin iyi niyeti, ancak sistemsel dönüşümle anlam kazanır. Şirketlerin kısa vadeli kâr hedefleri yerine uzun vadeli toplumsal faydayı gözetmeleri, devletlerin yalnızca yasa koymakla kalmayıp bu yasaları etkili bir şekilde uygulamaları ve uluslararası toplumun ortak bir bilinçle hareket etmesi şarttır. Aksi takdirde, ne geri dönüştürülen birkaç plastik şişe ne de alınan birkaç "yeşil" karar, dünyanın gidişatını değiştirmeye yetmeyecektir.