Dolar $
32.45
%-0.18 -0.06
Euro €
34.75
%-0.68 -0.23
Sterlin £
40.52
%-0.68 -0.27
Çeyrek Altın
3980.93
%-0.28 -11.15
SON DAKİKA
Son Yazıları

Toprak uyanmayınca

06 Ara 2021

Bu, bugünkü Türkiye'yi bizlere yokluklarla bahşedip emanet eden Anadolu insanının imanını, kanaatini, metanetini ve zorlu hayata rağmen direncini gösteren bir hikâye…

Mayıs ayının sonları, yine dost sohbetinin kurulduğu günlerden biriydi. Kunduracı Muharrem Usta yeni bir ayakkabı yapmak üzere derilere özenle şekil vermekte, tezgâh üzerine yatırdığı yüzeyi binbir yaralı tahta üzerinde ustura misali bıçağıyla milim dahi şaşmadan köseleleri, astarları, derileri kesmekle meşguldü.

Oğlu Mahmut, bıyıkları yeni terlemeye başlamış, yıldız parlaklığında sevimli bakışlarıyla bir delikanlı edasında tezgâh ile dikiş makinesi arasına sıkışmış vaziyette, iplik mumlamaktaydı. Yaptığı şey, ipliklerin sağlamlığını ve kayganlığını artırmak için, arılardan elde edilen balmumu ile ipliği sıvazlama işiydi.  Usta, derilere şekil verdikten sonra, biz diye tabir edilen tahta sap ucuna sabitlenmiş çivili bir alet yardımıyla delikler açacak ve yorgan iğnesinden irice, çuvaldızın küçük kardeşi gibi bir iğne ile meşin ya da gön diye de tabir edilen derilerin dikim işi gerçekleştirecekti. 

Filozof Fahri Dayı, Bilal Çavuş, Molla Ömer Efendi, Hacı Gani Efendi, Tekatlıgilin Mehmet Dayı ve Hulüs Çavuş sedirlerde, iskemlede yerlerini almışlardı. Sedirler insanların ağırlığına ilaveten onların 70-80 yıllık hatıralarının ağırlığını da taşırcasına çaresizce yere doğru eğilmekteydi. 

Bir ara kapı yavaşça aralandı ve selamlama eşliğinde bir çift ürkek göz içeriyi kısa süreli kolaçan etmeye başladı. Dükkânda oturanları müşteri zannederek durakladı, girip girmemedeki tedirginlikle karışık kararsızlığı rahatlıkla sezilmekteydi. Ustanın “Buyur Efendi, buyurun” demesiyle kravatlı takım elbiseli yabancı, zor sezilir bir tebessümle “Bir tamirat işim vardı” diyerek sedirin boş kalan yerine oturuverdi.

Yeni gelenlere herkesin tebessümle karışık merhabalarını, ellerini göğüslerine hafifçe yaklaştırarak söylemeleri adettendir. Öyle de oldu. “Efendi hoş geldiniz, nereden gelirsiniz, ne iş yaparsınız?” babından dostluk kokan sorular muhabbetin ilk kıvılcımlarını oluşturmaktaydı.

“Efendiler, ben İç Anadolu’dan Kırıkkaleli Murat Öğretmen, ilkokul öğretmeniyim”  derken kerpiç yapılı bu eski dükkândaki her detayı göz ucuyla süzmekteydi. Bir ara raflardaki kitaplara takılan bakışları, Muharrem Usta’nın “Efendi ev bulabildiniz mi, yerleşme bildiniz mi?” sorusuyla yeniden insanlara yöneldi.

“Şehirde kalıyorum Erzincan’dan günlük geliş gidiş yapıyorum Ustam” deyiverdi istemsizce.

Öyle ya, nahiyede herkesin kendisi için derme çatma ve ekseriyeti topraktan yapılmış evleri vardı. Bahçe içlerine nadiren yapılmış birkaç ilave evcik de, memurlar tarafından çoktan kiralanmıştı. Bu nedenle, birçok memur için bu şartlarda şehirde yaşamak daha elverişli bir durumdu.

Bağ, bahçe ya da dağda keven, yavşan, sığırkuyruğu sökme işlerinden arta kalan zamanlarda okuluna gidebilen Mahmut, yerinden yavaşça kalkarak testiden doldurduğu maşrapayı öğretmene uzatınca, Murat Hoca memnuniyetle aldı ve teşekkür eşliğinde boş kabı geri uzatıverdi.

Buralarda şehirli ifadesi olarak bilinen teşekkür sözü pek az duyulurdu. Sağ olasın, berhudar olasın,  daim olasın gibi sözlerle mukabele edilirdi. Mahmut’un çevik hareketleriyle, bakır maşrapa her defasında usulen su ile çalkalandıktan sonra birkaç kez elden ele dolaştırılmış oldu.

Başlarında fes veya börkleri, bellerinde bükülerek dolandırılmış sıkı kuşakları ve yöreye özgü şalvarları olan bu insanlar, çok az konuşmalarına rağmen hayatı daha ziyadesiyle kitaplardan öğrenen Murat Öğretmen üzerinde sıcak bir etki bırakmaya başlamıştı.

Kısa ama manidar bir soru soruluyor, soranla birlikte herkes konuşan insanı uzun uzun ve sabırla dinliyorlardı. “Ağzı olan konuşuyor” sözünün moda olduğu bu dönemlerde, sohbet meclisindeki bu erdemli hal çok etkileyici oluyordu. Sorular anlamlı, konuşulanlar mana yüklüydü.

Bir vadinin içinde yamaçlara serpilmiş 3 veya 5 dönümü geçmeyen üzüm bağları ve sesi huzur fısıldayan Cimin Deresinden başka kayda değer yer görmemiş bu insanlar nasıl oluyordu da bu kadar güzel konuşabiliyorlardı, sorusu kafasında dolaşmaya başlamıştı.

Gelecek yazımızda elindekini kanaatkâr ve hesaplı kullanan, “Önce hayvanımın yiyeceği, sonra biz” diyen Anadolu insanının hayat mücadelesiyle devam edeceğiz…

Yazarın Son Yazıları
Yazarın En Çok Okunan Yazıları